14 Mart 2015 Cumartesi

10.Gün:Como'ya Gİdiş-Dönüş ve Milano'da Son Gece

(01:16)


Sabah 8'de kalktım hazırlanıp otele çok yakın olan Stazione Centrale'ye gittim.Büfenin birinden cappucino ve kruasan alıp kahvaltımı yaptım.Cebimde beş euro kaldığı için change ofice aradım bulamadım.Codorona'da bulurum umuduyla metroya atlayıp gittim fakat orada da bulumayınca şansımı Como'da denemeye karar verdim ve trene bindim.10:40'ta hareket eden tren 11:40'ta Como'ya ulaştı.İlk istasyonda indim.Bu istasyonun ilk olduğunu dönüşte göl kenarındaki istasyonu gördüğümde anladım.
İndiğim gibi yanımda bulunan bir miktar doları bozdurmak için change office aradım ama yine bulumadım.Tourist information'a sordum postaneyi tarif etti,çok uzaktı gitmedim zaten düzgün de tarif edememişti.Moralim acayip bozuldu.Son çare bankamatikten para çektim,mecburen.Neyse ki çektiğim paraya bakarak bununla yapacak çok şeyin var deyip moralimi düzelttim hemen.Yürürken karşıma Como Katedrali çıktı,aramadan buldum.Ah ne şans ama!















Sonra şehir merkezinde dolaşmaya devam ettim.Markete girip yiyecek bir şeyler aldım ve oradan çıktıktan sonra sonunda göle ulaştım.Göl kenarında biraz yürüdüm.Şehir sakin,sessiz,huzur dolu.Çok fazla insan olmamasında mı ,gölün yarattığı havadan mı ,her an yağmur yağabilir diye gökyüzünde salınan bulutlardan mı bilmem ama sebebi her neyse bu şehri inanılmaz gizemli ve huzurlu kılıyor.  



İskeleye oturdum yukarıdaki fotoğrafı çektim.Bu güzel manzaraya karşı ayaklarımı göle sallayıp marketten aldığım şeyleri yedim.Feribot saatlerini inceledim,planıma uymadı ve vazgeçtim.Dün Levent'in bahsettiği finükilere binme fikri ağır bastı.Sağ tarafa doğru yürüyünce kapısını hemen buldum.Yukarı çıkıp tekrar inmenin bedeli 5euro.Yukarıdaki yerleşim yerini gezmek,müthiş manzarayı izlemek için 5 euro para değil!Bu kısmı anlatmadan fotoğraflarla geçmek istiyorum.











































Fotoğraflar yetmedi bir de finükilerden çektiğim videoyu ekledim :)

Finükilerden inip istasyona doğru yürürken sahilde banklara oturmuş birkaç adam gördüm,türkçe konuşuyorlardı.Sahil boyunca böyle birkaç adam daha gördüm.Doğrusu tiplerini gözüm hiç tutmadı ve konuşulanları anladığımı belli etmemeye çalışarak yanlarından uzaklaştım.İstasyonda biraz bekledikten sonra 16:17 trenine bindim.Tren bomboştu bir tek ben vardım,sonra bir baktım türkçe konuşan iki kız bindi.Haydaa ben nerdeyim yahu?İtalya değil Türkiye sanki!Kızlarla sohbet ettim.İzmirlilermiş.Hemşehri sayılırız diye muhabbete başladım büyük bir heyecanla ama bir süre muhabbet ettikten sonra kendimi trenden atasım geldi.Şöyle ki ben heyecanla gezdiğim gördüğüm yerleri anlatırken onlar gözlerini kocaman kocaman açarak aldıkları ayakkabı çantalardan,makyaj malzemelerinden,indirme giren markalardan,kredi kartlarının limtlerinden falan bahsettiler.Biri Milano'da mimarlık üzerine yüksek lisans yapıyormuş diğeri de onu ziyarete gelmiş.Ben acaba görmediğim enteresan bir şey kalmışmıdır diye merakla kızları soru yağmuruna tutarken onlar bana burun kıvırıp aman canım boşver sen git bilmem ne markasından mutlaka onu al şunu al şeklindeki tavsiyelerine devam ettiler.Cevap vermeyip boş boş bakınca heyecanları azalarak sona  erdi de  kurtuldum.Nihayet Codorno'ya ulaştık ben acelem varmış gibi veda edip arkama bakmadan kaçtım.Metroyla Centrale'ye gittim,fazla eşyalarımı otele bıraktım.Otelimin hemen arkasındaki Corso  Buenos Aires'e attım kendimi.Milano'nun ünlü caddelerinden biri olduğunu duymuştum,merak ediyordum.Tunalı veya Bağdat caddelerinden hiç farkı yok,bir özelliği de yok.Zaten Milano'da geçirdiğim 3 gün boyunca artık bu tarz şeyler aramamam gerektiğini öğrendim.
Kızların etkisinde kalmış olmalıyım ki biraz mağazaları dolaştım,hediyelik şeyler aldım.Siena'da keşfedip bayıldığım dondurma markası Grom karşıma çıktı,yine öldüm bittim yerken, derken akşam oldu Levent ile buluşacağım aklıma geldi metroya atlayıp  Piazza Del Duomo'ya gittim.İkimiz de 15 dakika erken gelmişiz,böylelikle birbirimizi beklemek zorunda kalmadık.Buluştuğumuz anda meydana bir anda insanlar akın akın gelmeye başladı.Bize ne oluyor acaba demeye fırsat vermeden Duomo'nun duvarlarına yansıtılan ışıklarla yapılan müthiş bir gösteri başladı.Milano'nun beni uğurlaması da böyle oldu işte :)


Gözümüz doydu,ruhumuz doydu,enerjimiz arttı.Sıra yemek yemeye geldi.İkimiz de fazlasıyla acıktık.Şehir içi ulaşımında hala kullanılan eski tramvaylardan birine atlayıp Milano Bar'a gittik.

İtalya'da aperitivo diye bir kültür var.Happy hour gibi.Genelde iş çıkışına denk gelen saatlerde(6-8 gibi) bir içki alıp gittiğiniz mekanda sunulan yiyeceklerden istediğiniz kadar yiyebiliyorsunuz.Kalitesi ve fiyatları mekanlarına göre değişiklik gösteriyor doğal olarak.Ama ben gittiğimiz mekana bayıldım.Ba-yıl-dım!!!!Salata,meze,ızgara,makarna,pilav,çorba,tatlı,meyve,tatlı istediğiniz her türlü yemek mekanın farklı yerlerinde kurulan stantlarda servis ediliyor,Geniş masalara ve geniş koltuklara yayılarak yemek yiyor,istediğiniz her türlü içkiyi sipariş edebiliyorsunuz.Üstelik 10 euro!!!Yemek servisi saat 22:00'da bitiyor.Bir köşede dj kabini,yemeğe güzel müziklerle eşlik ederken yemek sonrası tempoyu çaktırmadan yükselterek herkesi geceye hazırlamaya başladı.Zira gece süper eğlenceli bir club oluyormuş,maalesef Levent'in geri dönme vakti geldiği için o süper eğlenceli kısmı kaçırdım.Fazla uzatmadan mekanda çektiğim fotoğraflarla bugünü de bitireyim en iyisi.










7 Mart 2015 Cumartesi

9.Gün : Milanoooooooooo

(00:35)

Sabah saat 10:00'da otelin önünde Levent'le buluştuk.Staizone Centrale'ye yürüyüp oradan metroya bindik,ilk hedef Milano'nun kalbi Piazza Del Doumo.Hani bir şehir ne kadar büyük olursa olsun bir tane  "Taksim'i" vardır ya, işte burası da Milano'nun Taksim'i.Meydan başta olmak üzere etrafı görülecek çok fazla sokak ve mekan ,keşfedilecek lezzetlerle dolu.
Staizone Centrale'yi dün akşam gördüğümde çok beğenmiştim ama yorgunluktan mı, yeni bir şehre gelmenin merakından mı, Levent'le buluşmanın şaşkınlığından mı yoksa oteli umduğum gibi bulamamanın verdiği hayal kırıklığından mı bilemiyorum ayrıntılarını anlatamamıştım.Roma'daki Termini kadar olmasa da  Centrale gayet büyük bir istasyon.Buram buram tarih kokarken son dönem ünlü fast food zincirlerini;ayakta atıştırmalık panini,kahve satan büfeleri;kıyafet,çanta,aksesuar vs. satan dükkanları da bünyesinde toplamış.Yüksek tavanlarıyla aşırı geniş ve süslemeli olan kiriş ve kolonları yukarı bakarken başınızı döndürecek cinsten.Levent'ten aldığım bilgiye göre Mussolini dönemi faşist rejimin gücünü gözümüze sokmak istemişler ki zamanında bu kadar ihtişamlı ve gösterişli yapılmış .






Metronun çıkışında merdivenleri çıktıkça kare kare görünen katedral ,her adımda kalp ritminin artmasına sebep oluyor.Veee son basamakta tüm kareler bir araya gelir,resim tamamlanır, taa taa taamm...!Katedrali görünce karşısında birkaç saniye kalakaldım, çocukluğumda denizden bir avuç çamur alıp parmaklarımın arasından akıtarak yaptığım kalelere benziyor uzaktan.
Ya yakından?Her ayrıntısında ince bir zevk ve sanat var.




Kısa bir seyir ve fotoğraf duraklamasından sonra meydanın sol tarafında kalan Galeria Vittori Emanuele II gel dedi,biz de davetini geri çevirmedik.

Bir haftadır BB(oda&kahvaltı) konakladığım için İtalyan kahvaltısıyla buradaki bir kafede tanıştım;çikolata veya marmelat dolgulu brioche ve cappuccino.Sabah peynir ve zeytine boğularak kahvaltı eden ve şekerli yiyeceklerle çok da arası iyi olamayan biri olarak bu kahvaltı beni fazla memnun edemedi ama kalan günlerime her yerde kolay bulunması nedeniyle hep böyle başladım.Lezzetli miydi?Kesinilkle evet,sadece kahvaltı için uygun değil.
Kahvaltı sonrası ilk durak Douma'nın tepesi oldu.Buradaki merdivenler de dik ve dardı ama Florasan'dakilerden sonra hiç yorucu gelmedi doğrusu.Benim fotoğraf makinemin yine pili bitti ona üzülmeye fırsat vermeden de hafıza kartım dolu uyarısı verdi.Neyse ki Levent'in yanında fotoğraf makinesi varmış onunla devam ettik.























İndikten sonra katedralin içini dolaştık.Cam vitraylardan süzülen güneşin yarattığı ışık oyunları,tavan süslemeleri,muazzamdı fakat yine de katedralin içi ,dışının gölgesinde kalıyor.
Katedralin önündeki merdivenlere oturup gelen geçeni izledik, havadan sudan konuşmanın hakkını verdik;iki senedir Milano'da yaşayan Levent buranın havasından başladı yemeklerinden,insanların yaşam tarzları ve davranış biçimlerinden bahsederek şehir rehberliğine kısa bir giriş yapmış oldu.Bu kadar dinlenme yeter diyerek kalktık oturduğumuz yerden.Tekrar Galeria Vittori Emanuele II içinden geçerek La Scala'ya ulaştık.Binanın içine girmedik,hediyelik eşya kısmını dolaştık;konser afişlerini,eski plakları,cdleri vs. kurcaladık.Buradan çıkıp ünlü alışveriş caddesine yöneldik(Via Monte Napoleone).Her ne kadar bu kadar para ödeyip bu kıyafetlere çantalara ayakkabılara sahip olamayacağıma göre beni hiç ilgilendirmez havalarında burnumu havaya dikip umurumda değilsiniz gibi yaparken komik göründüğümün farkında olsam da normal bir insan evladı olarak vitrinlerden gözlerimi alamadım ennnn nihayetinde!
Tüm bunları gerçekleştirirken saati öğlen yaptık hafiften karnımız acıktı.Levent bu bölgede bulunduğu zaman sürekli gittiği popüler mekanına götürdü öğle yemeği için.Ristorante Brek.Mekana bayıldım.İçecek bölümü,tatlı standı,sebze ve salata barı self servis.Ayrıca sıcak yemek standlarından gidip siparişi veriyorsunuz ve aşçı yemeği siz seyrederken pişirip tepsinize bırakıveriyor.Her şeyi alıp tepsiyi lezzetli yiyeceklerle doldurduktan sonra kasaya giderek ödemeyi yapıyorsunuz ve işlem tamamlanıyor.Sonra istediğin masaya otur ve aldıklarını ye.Çok kalabalık olduğu için biz alt kattaki salona indik.Bir bardak beyaz şarap,hazırlanmasına birebir şahit olduğum ıspanaklı risotto,karışık salata ;hepsi geçer not aldı.
Yedik içtik öyleyse gezmeye devam dedik.Fotoğraf çekmeme izin vermeyen bir mağazaya girdik.Alt katta bazı ünlü markaların koleksiyonları yer alırken üst kat beni benden aldı.Çoğunlukla şaraptan oluşan alkollü içecek bölümü yapmışlar ama bu kadar mı şık olur?Fotoğraf çekemediğim ve fiyatlardan dolayı şaraplara yaklaşamadığım için gözüm arkada kaldı.Mızmızlanarak çıkınca Levent'ten beklemediğim bir şekilde Abercrombi&Fitch mağazasına gidelim teklifi geldi hem de mutlaka görmelisin ısrarıyla birlikte.Hadi bakalım ne çıkacak bunun altından diyerek gittim.Kapıdan girince yanlış yere geldik sandım.Kıyafet satan mağaza değil gece kulübüne benziyordu.Şöyle ki;Levent'in satış temsilcisi olduklarını söylediği kızlar bir karışlık mini etek üstüne büstiyer giyip seksi bir şekilde ortalıkta salınırken erkekler altlarında sadece boxerla aşmış kaslı karınları ve üçgen vücutlarıyla yüksek sesli müzik eşliğinde deli gibi dans ediyordu.Tövbe yarabbim estağfurullah dedim mi,tabi ki demedim :) Ayy şaka gibi!İnsan böyle bir ortamda eşofman kot pantolon t-shirt vs. deneyip beğenip nasıl alır konu başlığımızı tartışarak Stazione Cadorna'nın önüne geldik.Yarın gitmeyi planladığım Como'ya giden trenlerin çıkış noktasının burası olduğu bilgisini verdi sevgili rehberim.Ayrıca önündeki meydanda bulunan güzel ayrıntının hikayesini de anlattı.Fotoğrafta görüldüğü üzere dev bir dikiş iğnesi yolun bir tarafından girmiş diğer tarafından da çıkmış şekilde ve ucundaki iplik de üç renkten oluşuyor.Bu üç renk Milano'nun metro hatlarının rengi;yeşil,sarı ve kırmızı.Milano'yu metro ağlarıyla nakış gibi işledik demenin sevimli hali...





Hoop oradan hemen yanıbaşındaki Castelli Meydanına geçtik.Kalenin havuzlu meydana açılan ana giriş kapısının önünde İtalyan polisinin -sanırım yeni alınan arabanın tanıtımı için- yaptığı fotoğraf çekimine aşağıdaki fotoğrafımda görüleceği üzere kafamı uzatıp "noluyor burda?" demeden edemedim :)



Kale kapısından parka girdik.Tam ortadaki cafede machiatolarımızı içip lise yıllarına geri dönüş yaptık.Yıllar geçse de unutulmayan, gülümseten ,şaşırtan anılarla beraber zamanı erittik akşam oldu ve gün batımı sunduğu güzel manzara ile bize böyle eşlik etti.




Oturduğumuz yerden kalkıp parkta gezmeye devam edince bizi bir lunapark karşıladı.Ne yazık ki fotoğraflarını çekmemişim,bu şekilde yazarken acemiliğimin farkına varıyorum.Biraz bakınıp çocukluğumuza döndükten sonra parkın diğer kapısından çıktık.Kapının karşısındaki caddede biraz dolaştıktan sonra tekrar parkın içinden geçip geldiğimiz kapıdan çıktık ve Navigli bölgesine gitmek üzere otobüse bindik.Darsena del Naviglio,Duomo Katedrali'nin inşaatına malzeme taşımak için Leonardo Da Vinci tarafından açılmış kanallardan oluşuyor.Gittiğimizde kanalda su yoktu,pek güzel görünmüyordu.Çevresinde sanat atölyeleri falan vardı ama akşam olduğu için çoğu kapalıydı,vitrinlerine bakınmakla yetindik.
Gittiğimiz semtlerde bulunan mekanlar birbirlerine "biraz" yürüme mesafesinde olduğu için yine "biraz" yürüyerek Milano'nun -Levent'in söylediğine göre- en iyi pizzacısına ulaştık.Ahh!!Ne yazık ki adını yazmamışım ve hatırlayamıyorum!Keşke hatırlayabilsem de incecik hamur üzerine taze domates ile hazırlanmış o muhteşem pizza yanında ev yapımı şarap içmeden Milano'dan dönülmez diyebilsem.Neyse ki teknoloji gelişti foursquare'den falan bakıp bulunabilir.Vermiş olduğum azıcık bilgi ile bunu başarabilene benden kocaman  bir bravo :)

Yedik,içtik İtalyanların gürültülü muhabbetleri eşliğinde sohbet ettik ve sonrasında Levent beni yine otele bıraktı.Yarın dersi olduğu için gündüz görüşemeyeceğiz ,akşam 8:00 'de Duomo meydanında buluşmak üzere ayrıldık.

Otele gelince hemen yeni odama taşındım daha düzgün diğerine göre daha yeni.İki gece burdayım,yeni odama hemen alışmam lazım.Artık eve gitmek istiyorum derken aynı zamanda hiç bitmesin istiyorum.Sona yaklaşırken duygular birbirine karışıyor.Fazla uzatmadan yatmalıyım.Gece yarısı oldu yarın sabah erken kalkıp Como'ya gideceğim.Uyumak için çok geç kaldım.İyi geceler.















17 Eylül 2013 Salı

8.Gün:Bir Günde Üç Şehir-Floransa,Venedik,Milano

(08:23)

Bu sabah 07:00'de kalktım.Kalan eşyalarımı bavula tıkıştırdım,kahvaltımı yaptım ve istasyona gittim.Trene doğru yürürken gözlerim doldu.Floransa'yı çok sevdim ama o beni pek sevmedi sanırım,son gün biraz üzdü.Kaldığım dört gün gözlerimin önüne geldi.;Santa Maria Novella istasyonuna o kadar çok geldim ki sayısını hatırlamıyorum ve bu şimdilik(!) son gelişim.


Artık hangi peron nerede iyice öğrendiğim için treni gözüm kapalı buldum.Bilette 1. vagon yazıyordu.En baştaki vagon olduğu için platform yürü yürü bitmiyor.Ekonomik bilet aldık diye bu kadar da yürütülmez ki derken vagondan içeri girdim ve şok!Koltuklarda "first class" yazıyor.Akşam aceleyle"mini offer" seçeneğindeki bileti almıştım,hiç farketmemişim 1. sınıf olduğunu.Bugünü şanslı günüm ilan ettim dünkü geceden sonra böyle bir sürprize ihtiyacım varmış,bu çok iyi oldu.
First class nasıl oluyor hemen bir inceleme yaptım;koltukları biraz daha konforlu, yastık ve okuma lambası var,yiyecek içecek servisi yapılıyor bir de koltukların yanında priz var.Ahh!Priz deyince bilgisayarımın kaybolan şarj aleti geldi aklıma,hiç işime yaramadı boşuna taşımışım  :(

Floransa'dan otuzbeş dakika uzaklıktaki Bologna'da yerlerde kar var,üç gündür Floransa'da mont giymediğimi düşünürsek havanın bu kadar kısa mesafede değişmesi şaşırtıcı.Venedik'e 50 dakika kaldı umarım orada hava güzeldir.Bir egeli olarak güneşli havaya alışığım ve çok seviyorum :)



(16:55)
Trenden iner inmez doğruca valizimi emanete bırakmaya gittim.Valizden kurtulduktan sonra istasyonun çıkışında sol tarafta information vardı ,oradan bir harita aldım.Venedik'in pahalı olduğu attığım ilk adımdan belli oldu;harita her yerde 1 euro,burada 3!
Çarşaf gibi bir harita katlaya katlaya küçültemedim ve yine bir süre sonra haritadan sıkıldım hatıra olarak saklamak üzere çantama attım.Zaten her köşe başında  San Marco Meydanı'nı ve Rialto Köprüsü'nü gösteren oklar var.





İstasyondan ilk çıktığımda yağmur yağıyordu,biraz beklemek zorunda kaldım.Güneş hemen göründü de yine karalar bağlamadım.
Daracık sokaklardan,sayısız kanallardan ve minicik köprülerden geçtim.İşaretleri ve kalabalığı takip ederek önce Rialto Köprüsü'nü buldum.



Tam köprünün altında fotoğraf çekmeye çalışırken türkçe konuşan birilerini duydum.Bir yandan fotoğraf çekerken diğer yandan çaktırmadan yanlarına sokuldum.Benim şansıma o esnada konuşmadılar.Tam arkama dönüp gidecektim ki benden fotoğraf çekmemi istediler.
Çekip makineyi geri verince bir tanesi "gracias" dedi.Yanındakine dönüp ispanyolca mıydı söylediğim italyanca'ya çok benziyor karıştırıyorum rezil oldum deyince teşekkür etmen yeterli diyerek gülümsedim.Yaşadıkları şaşkınlık görülmeye değerdi.Hemen ayaküstü sorguya çekildim doğal olarak.Nereden geliyorsun,nereye gidiyorsun,nasıl geldin,nereleri gezdin vs. soru yağmurunun ardından kaçınılmaz son;inanmıyorum yalnız geziyor olamazsın,bravo doğrusu!
8.günüm ve hala bunda şaşılacak ne var anlamış değilim.
Ben de boş durmayıp sorguya sorguyla karşılık verdim.Her ikisi de make-up artistiymiş(aynen onların tabiriyle aktarıyorum),Slovenya'da eğitim görüyorlarmış,haftasonu için araba kiralayarak Venedik'e kaçmışlar.Onlarla gondol kiralamam konusunda ne kadar ısrar etseler de beni kandıramadılar.Hem vaktim hem de ona ayıracak 20 euro naktim yok.
Vedalaştıktan sonra yürümeye devam ettim.

San Marco Meyda'nına çıktım,meydanın görkemine ve ihtişamına kapıldım ,büyülendim,her yerin fotoğrafını çekmeye çalıştım ve çektiklerimin hiçbirini  beğenmedim.Kollarımı açıp tüm meydanı kucaklasam ,her bir noktayı tek bir kareye sığdırabilsem ve fotoğrafını çeksem öylece ne güzel olurdu.Neden teknoloji o kadar gelişmedi ki...Saçma komik hayallerimle deniz kıyısına çıktım.Kalabalığın arasına karıştım,hay allah yine başladı yağmur.Şemsiyeyle fotoğraf çekmek gayet zor,yine de başardım.Sahil boyunca yürüdüm.Bir ara deli gibi acıkan karnımı sabah çantama attığım çilekli yoğurdun içine çantanın bir köşesinden çıkan pirinç patlaklı cipsi karıştırarak hazırladığım mamayla birazcık yatıştırdım.İki saat boyunca yürümüşüm saat 13:00 civarında dönüş yoluna geçtim.Yürürken yol üstünde gördüğüm sıcak şaraptan içtim,hediyelik minik maskelerden aldım.Herzamanki yöntemim tabela ve kalabalık takip ederek geldiğimden farklı bir yoldan geri döndüm.Saat 15:00 olmamıştı ki ben istasyonun karşısına çıktım.Bu arada midem fenalarda zira sabah kahvaltısı ve sonrasında meyveli yoğurt derken öğle yemeğini atladım,acilen bir şeyler yemem lazımdı.Roma Meydanı'na kadar yürüdüm.Bu meydan Venedik'te kara bağlantısının olduğu son nokta ve otobüslerin son durağı.Neyse buraya kadar yiyecek bir şey bulamadım,bir yerde adam feci şekilde kazıklamaya kalktı yemedim tabi.O sırada aklıma peronlardaki matikler geldi.İstasyona koştum sandviç ve içecek aldım.İstasyonun önündeki kanala ayaklarımı uzattım,kış güneşi tepemde musmutlu yedim diyemeyeceğim resmen açlıktan yuttum.Midem doyunca aklım da çalışmaya başlamış olacak ki bir anda valiz emanetinin 5 saati 5 euro olduğu aklıma geldi.Koştum hemen valizimi aldım biraz geçmiş 0,70 euro fark aldı sadece.Tekrar dışarı çıktım,merdivenlere oturdum.Oldukça kalabalık bir yerdi.Merdivenler benim gibi valiziyle tren saatini bekleyen insanlarla doluydu.Orada otururken annemi özlediğimi farkettim.Telefon kulübelerini kurcaladım belki bozuk parayla çalışır ümidiyle.Malesef başarılı olamadım.Aramaktan vazgeçtim akşam otele gidince cepten arar konuşurum.

Nihayet trendeyim,17:05'te hareket etti.Milano'ya gidiyorum.Yine yeni bir şehir beni bekliyor.Orası da ayrı bir merak konusu.Tatlı bir telaş ve heyecan sardı beni...

4 Aralık 2012 Salı

7.Gün : Siena&Firenze

(09:50)

Trendeyim.09:10 treniyle Siena'ya gidiyorum.Hava biraz puslu.Grilik içime işledi,anlam veremediğim bir bezginlik var üzerimde.Hiçbir sebebi yokken nereden çıktı şimdi bu ruh hali?Her ne olursa olsun Siena'yı deli gibi merak etmeme engel olamaz.

Tarihi şehir merkezi Unesco tarafından dünya kültür mirası listesine alınmış,ortaçağdan kalma en ünlü meydana sahip(Palio),daracık kızıl renkli sokaklarıyla,şarap mahzenleriyle ilgi çeken,55000 nüfuslu küçük bir Toscana şehri Siena'yı merak etmemek mümkün mü?

Havanın düzelmesini diliyorum.Lütfen güneş açsın artık.Buna çok ihtiyacım var!

(11:35)
 Yaşasın güneş açtı ,çok içten dilemişim... :)Biraz serin ama çok üşütmüyor,yürümek için ideal.
Tarlaların bağların arasından geçerek yapılan yaklaşık 1,5 saat süren güzel bir yolculuğun ardından istasyona vardım.Minicik bir istasyon,information yok,zaten kullandığım da yok :)
Dışarı çıkınca aynı zamanda otobüs terminali olarak kullanılan meydan ve onun etrafını çevreleyen tepelerle selamlaştık önce.Kurduğum şu cümleden anlaşılacağı üzere istasyon şehir merkezinde değil.Giriş kapısına A4 büyüklüğünde bir kağıda şehir merkezine giden otobüs durağına nasıl ulaşılacağını kaba taslak çizmeye çalışmışlar ama olmamış.Sadece sola dönmem gerektiğini anlayabildim,gerisi hikaye.Şehir merkezinin yürüyerek 30-40 dakika süreceğini okumuştum,zaman kaybetmemek için otobüse binmeliydim ,ama nereden?
Ok yönüne yani sol tarafa döndüm ,karşıya geçemem ana yol var yolu aşmam imkansız görünüyor.20 metre kadar ileride bir giriş vardı,haydi bakalım burası nereye çıkıyor diyerek içeri girdim.Kimse yok,ses yok,bomboş!Sadece aşağıya inen merdivenlerden bir kat inince "bus" tabelasını gördüm ve doğru yolda olduğumu anladım.Birkaç koridor ve kapı aşınca alışveriş merkezine çıktım,sanırım yeraltından karşıya geçtim hala bilmiyorum ne yaptığımı.Yine başımın belası piller tükendiği için alışveriş merkezinin içindeki süpermarkete girdim pil aradım,bulamadım.Sonra büyük bir tekno-markete girdim,reyonlara göz attım Türkiye'dekilerden hiç farkı yoktu.Çıkarken kasanın önündeki pillerden aldım.Alışveriş merkezinin ortasındaki merdivenlerden yukarı çıkacağımı düşünürken merdivenin yanındaki kapıda otobüs durağını gösteren işareti görmem beni zaman kaybından kurtardı.Kapıdan aşağı inince sadece otobüslerin girdiği ,ana yolun altında kalan otobüs durağına çıktım.Yine bilet almak ve almamak arasında kararsız kaldım.Hiç kontrol olmuyormuş fakat 1 € olduğunu görünce riske atmaya değmez diye düşündüm zira cezası 25 € imiş.Duraktaki makineden bilet aldım.Otobüs hemen geldi,nereye gittiğini sormadan bindim,zaten şehir küçükmüş en uzak nereye gidebilir ki?Bindiğim otobüs çoğunluğu tek yön olan,apartmanların yoğun olduğu caddelerden geçerek 15 dakika sonra çok geniş bir meydana çıktı.Meydanı çok beğendim,şehir merkezi olduğunu düşündüğüm için indim.Meydanda park etmiş halde bir sürü otobüs bekliyor.Parkta oturdum,unutmadan nasıl ulaştığımı,yolculuğumun nasıl geçtiğini defterime aktarıyorum.Haritam yok,bilgim yok kafama göre takılacağım,kahverengi tabelaları ve turist kafilelerini takip ederek gezeceğim.Buraya kadar kimseye bir şey sormadan gelebildiğime göre gerisini halledebilirim herhalde.Şehir çok küçük,kaybolma ihtimalim buna paralel olarak gayet düşük.İstasyona giden herhangi bir otobüse atlar giderim.Bunun için buradayım ve yalnızım.İşte buna bayılıyorum  :D

(01:40)

Bu akşam bütün aksilikler birbirini kovaladı.Ama yaşadığım güzel günü anlatmadan sinirimi akıtmayacağım.Önce güzellikler...Belki yazarken sinirim biraz yatışır,denemekte fayda var,yazının sonunda göreceğiz.

Deftere sabah yaptıklarımı yazdığım parktan kalktım bana en cazip gelen yönde yürümeye başladım.Yürüdüğüm yol ağaçlar arasında aşağıya doğru giden sessiz sakin bir yoldu.Keyifle ve huzurla yürüdüm.

Yaklaşık beş dakika sonra information önünde buldum kendimi.Dönüşte istediğim saatteki trene yetişmem için haritaya ihtiyacım olabilirdi, 1 € verip aldım.Tam karşımda bazilika vardı ilk ziyaretimi de burada gerçekleştirdikten sonra yukarıya doğru kıvrılan yola girdim.

Artık o bahsedilen meşhur film setini andıran Siena'nın tam ortasındayım.Ortaçağda yaşadığım hissine kapıldım dememek ne mümkün!


Tüm binalar kiremit rengi,yollar arnavut kaldırımı ,sokaklar daracık minicik labirent gibi,mimarisi tamamen eski tarz falan ama tüm bunlarla büyük bir zıtlık oluşturacak kadar lüks butik ve dükkanları da bünyesinde barındırıyor.Kısacası al bu şehri pamuklara sar sarmala şekere bandırarak ye yani o kadar sevimli :) Bir o kadar da fotojenik tabi...
Bu sevimli şehrin sokaklarının buram buram pizza kokması bir yana sürekli yokuş inip çıkmaktan karnım çabuk acıktı.Gözüme ilk çarpan küçük fırında pizzanın üstü kapalı hali diye tanımlayabileceğim calzone adı verilen muhteşem lezzetle tanıştım.Tanıştım diyorum çünkü Türkiye'de calzone diye sunulanlarla alakası yoktu.
Alırken adamla girdiğimiz dialog görülmeye değerdi.İtalyanların konuştukları dil hariç bizden hiçbir farkları yok.Altı üstü bir dilim calzone alıp çıkacağım ne gerek var uzun uzun sohbet etmeye?Hem de konuştuğun dili anlamayıp sadece kafa sallamama rağmen :) Bu arada bağırarak ,el kol hareketleri eşliğinde konuşuyor ki onu anlayabileyim,çok tanıdık değil mi?Neyse İtalyanca bilmediğim halde beni Alman sandığını,Türkleri çok sevdiğini,bana iltifat ettiğini anlamamı başarabilen bu şirin adam günlüğümde ve hatıralarımda kendine bir yer edinmiş oldu.



Elimde bir dilim calzone,suratımda kocaman bir gülümse ile dükkandan çıktım.Çıkar çıkmaz karşıdaki binanın penceresi dikkatimi çekti,sürprizlerle dolusun Siena!    ==>











En çok konuşulan ve benim de merak ettiğim Palio meydanı.Nerede olduğunu anlamamıştım harita gelişigüzel karalama şeklinde çizilmiş şehrin havasına uysun diye sanırım.Çantama atıp yürümeye devam ettim.Daracık sokakların birinde muazzam bir bina görünüyordu.Sokağın sonuna geldiğimde gördüğüm manzara görülmeye değerdi.İşte sonunda aramadan Palio meydanı gelip beni bulmuştu.




Koni şeklinde ortadan yanlara doğru hafif meyilli etrafı cafe ve restaurantlarla çevrili fazlasıyla kalabalık bir meydan burası.Herkes gibi meydana serilip güneşlendim,Ohh huzur bu işte,bir de fazla sesli konuşmasanız sayın İtalyanlar ! :)
Arkamda oturan kızdan fotoğrafımı çekmesini rica ettim,biraz sohbet ettik Avustralyalıymış,o da tek başına geziyormuş,yine buldum kendim gibi birini...


Palio Meydanı'ndaki keyifli moladan sonra artık geri dönme zamanı.Tekrar labirent gibi dolambaçlı karmaşık sokaklara daldım.


Biraz mağazaları dolaştım.Ufak tefek hediyelik eşya aldım.Tesadüfen İtalya'nın kurumsallaşmış en ünlü dondurma üreticisi Grom'u keşfettim ki hayatımda yediğim en müthiş dondurmaydı diyorum,tek geçiyorum,şiddetle ve ısrarla tavsiye ediyorum.


Bu arada bir gözüm saatte çünkü 15:18 trenine yetişme derdindeyim.Neyse ki sabah indiğim durağa geldiğimde bekleyen otobüs şoförüne istasyona nasıl gideceğimi sordum ve bu araç cevabını alınca yine şanslıyım kahretsin diyerek zıpladım :) Giderken almıştım ya bileti dönerken alıştım artık kontrol falan yok rahatım öylece bindim otobüse.15:18 trenine rahatlıkla yetiştim.Tren çok temiz ve bakımlıydı.Bir an için tereddüt ettim acaba bu hızlı tren mi diye ama Siena-Floransa arasında hızlı tren olmadığı aklıma gelince güldüm kendime.Hala kısa mesafelerdeki trenlerin Türkiye'de olduğu gibi salaş ve pis olmalarını bekliyorum sanırım.






Misafirlik üç gün sürer derler bugün Siena'dan Floransa'ya gelince çok garip ama yaşadığım şehre ya da evime gelmiş gibi hissettim.Çantamdaki gereksiz ağırlıkları yatağın üstüne fırlatıp hemen dışarı attım kendimi zira Floransa'daki son gecem vakit kaybetmemek lazım,ayrıca günlerden cumartesi olduğu için bu akşam hostelde akşam yemeği servisi yok.





















Hemen ardından Arno Nehri'ne çıktım Ponto Vecchio'nun nehre vuran silüetini izledim,gece görüntüsünü fotoğraflamaya çalıştım,elimden geldiğince.





Cumartesi akşamı her yer tıklım tıklım...Bir saat boyunca yemek yiyecek düzgün bir yer aradım.Kapıdaki menüleri yemek çeşidi ve fiyat yönünden mutlaka inceliyorum ki sonradan sürpriz olmasın,tadım kaçmasın.İki-üç yerde mekana müşteri çekmek için garsonların yaptıkları gereksiz muhabbetlere maruz kalınca kaçtım,birkaç yer fazlasıyla pahalıydı,beğendiğim yerler hep doluydu yer bulamadım derken bir saat dolaşmışım farkında olmadan.Tekrar yürüye yürüye hostelin bulunduğu Via Faenza'ya kadar geldim.Hergün önünden geçtiğim Nerone Ristorante'ye girdim.Burası da dolu olduğu için kapı girişinde küçücük bir masa bulup oturdum.Beef glush ve kırmızı şarap siparişi verdim.Bir haftanın sonunda makarna,pizza ve hamburger dışında yediğim ilk düzgün yemek.